PKK Yürütme Konseyi Üyesi Murat Karayılan, “Karşımızdakiler her gün çeşitli vesilelerle televizyonlara çıkıp, ‘son terörist silahı bırakana kadar operasyonlar artarak devam edecek’ demektedirler. Son derece sert, savaşçı bir tutum ve yoğun bir saldırı durumu söz konusudur. Biz bu saldırılara karşı misilleme hakkımızı kullanmaktayız. Yürüttüğümüz, savunma direnişidir... Savaşı durdurmak isteyen bütün kesimler şunu görmeli: Bu savaşı Erdoğan başlattı. Doğru; devlet içindeki bir takım inkarcı-imhacı eğilim taşıyan kesimler de ittifak halinde bu sürece dahil oldu ama Erdoğan esas olarak 400 milletvekili için bu savaşı yürütüyor. Normal koşullarda bu sonuca ulaşamayacağını görünce savaşla tüm dengeleri alt-üst ederek 1 Kasım seçimlerini kazanmak istiyor. Bu yüzden savaşı sürdürmek isteyen bir taraf var. İktidar olan bu tarafın tutumunun değişmesinde ısrar etmek gerekiyor. Yani ‘sen savaşla sonuç alamazsın’ tutumunu görürlerse, bundan vazgeçmeleri mümkün olabilir. Dolayısıyla Türkiye toplumun ve barış ile demokrasiden yana olan değişik çevreler seslerini daha fazla yükselterek ve de AKP’nin bu saldırganlığına daha fazla tepki göstererek onu bundan vazgeçirebilirler” dedi.
PKK Yürütme Konseyi Üyesi Murat Karayılan, gündemdeki gelişmelere ilişkin sorularımızı yanıtladı.
Devlet yetkilileri çözüm sürecini istismar ettiğinizi ve silah depoladığınızı söylüyor. Bu iddialara ilişkin neler söyleyeceksiniz?
Böyle bir şey yok. Biz Çözüm Süreci’ne sonuna kadar samimi yaklaştık. Fakat karşılığını bulamadık. Eğer Başkan Apo tarafından 2013 başlarında Çözüm Süreci başlatılmamış olsaydı, asıl büyük savaş o zaman olacaktı. Bizim açımızdan tüm hazırlıklar tamamlanmıştı. Çözüm Süreci öncesinde, yani 2012 yılında gelişen savaş düzeyine bakıldığında bu tablo daha net ortaya çıkmaktadır. O zaman da bir çok yerde devlet sistemi işlemez hale getirilmişti. 19 Haziran 2012’den bu yana Hakkari coğrafyasının yüzde 80’i gerillanın denetimindedir. Ancak burada sorun AKP hükümetinin ve devlet yetkililerinin ısrarlı bir biçimde gerçekleri kamuoyundan gizlemeleridir. Örneğin Dağlıca denilen yerde son yaşanan çatışma bir pusu veya basının çokça bahsettiği gibi ‘hain’ bir tuzak olayı değildir. Orada 5 gün boyunca geniş bir alanda yoğun çatışmalar yaşanmıştır. Ancak gerçekler kamuoyundan gizlendiği için sanki sadece bir patlama yaşanmış gibi yansıtılıyor.
Kısaca, esas olarak pozisyonumuz önceden güçlüydü; elbette ki Çözüm Süreci boyunca kendimizi tasfiye, yozlaştırma, vb. durumlara karşı da koruduk. Diğer yandan Önder Apo’nun ve hareketimizin doğru politikaları, Kürdistan halkına ve Türkiye toplumuna doğru mesajların verilmesi, en önemlisi de başta Şengal olmak üzere hareketimizin IŞİD’e karşı verdiği mücadele, hareketimizin ulusal ve uluslararası düzeyde önemli düzeyde itibar kazanmasına ve gelişme kat etmesini sağlamıştır. Bundan dolayı da hem kitlelerin gösterdiği teveccüh, hem de Kürdistan gençliğindeki katılım istemi çok daha fazlalaşmıştır. Dolayısıyla bu süreçte hareketimizin yaşadığı gelişme ve büyüme, Çözüm Süreci’nin istismar edilmesi ya da silah depolanması ile izah edilemez. Gerçek olan; doğru politika ve tutum temelinde bir büyüme durumunun yaşandığıdır. Biz Çözüm Süreci’nde herhangi bir yere, herhangi bir cephane taşımış değiliz. Elimizde ne varsa, eskiden var olandır. Gerçeklik budur.
YDG-H ile PKK arasındaki ilişki nedir?
YDG-H, yasal-demokratik zeminde kurulmuş olan bir gençlik örgütlenmesidir. Mücadelemizin yörüngesinde oluşan bir gençlik hareketidir. Ama her üyesi için “bir PKK’lidir” ya da YDG-H için “PKK’yle aynıdır” demek yanlış olur. YDG-H, yasaliteye dayanan geniş ve kitlesel bir yapıydı ama devlet onları illegalize etti. Çok üzerlerine gitti. Üyelerini yakaladığında örgüt üyeliğinden yargıladı; ceza vermeye başladı. Sokaklarda üyelerini infaz etti. Bunun üzerine gençlik de çeşitli biçimlerde kendini savunma, yarı biçimde silahlanma yöntemlerine başvurdu. Benim bildiğim örgüt yönetimimiz 2 kez YDG-H’nin silahtan uzak durması ve silahlanmaması için karar aldı. Her karar alındığında da o genç arkadaşlar uymaya çalıştılar. Fakat sürekli bir biçimde gelişen polis baskıları karşısında ciddi bir zorlanmayı da yaşıyorlardı. Sonuç olarak içinde bir ayrışma yaşandı. Geniş kitlesel gençlik kesimi yeni bir yapılanmaya giderken, YDG-H olarak kalanlar da illegal bir biçimde mücadelesini sürdürmeye başladı.
Bu yapı, özellikle Kobanê direnişi sürecinde gelişen 6-7-8 Ekim olaylarında önemli bir rol oynadı. Hatta saldırılar karşısında Amed merkezinde bir silah mağazasının camlarını kırıp içindeki av tüfeklerini alarak yeniden silahlanmaya başladığını, yine şuradan buradan bulduğu silahlarla mahalleleri tutmaya başladığını biliyoruz. Bu olaylardan sonra üç ay boyunca Cizre’de, Nusaybin’de, Bağlar’da, Suriçi’nde, Silopi’de bu gençlik mahalleleri tuttu, hendekler kazdı ve buralara polisin girmesini engelledi. Polis saldırıları karşısında kendisini savunma yöntemi olarak bunu buldu. Hatırlarsanız, o zaman İmralı Heyeti araya girdi, onlarla görüştü; biz de çok uğraştık ve zor bela o hendekleri kapatmaya ikna ettik. Bundan sonra durum normalleşti.
Fakat 24 Temmuz’da Erdoğan’ın kararı temelinde hareketimize karşı ilan edilen savaşta uçakların bizim temel üs alanlarımızı vurmaya başladığı saatlerde Türkiye ve Kürdistan’ın bir çok şehrinde gençliğe karşı da eş zamanlı bir operasyon başlatıldı. Yani yürütülen bu saldırı sadece gerillaya karşı değil, aynı zamanda gençlik yapısına karşı da bir saldırıydı. Gençlik de buna karşı yeniden kendini savunma ve bazı yerlerde mahallelere polisi bırakmama yöntemine yöneldi. Ardından ise şehir meclislerinin kararlarıyla öz yönetimlerin ilan edilmesi gündeme geldi. Kısaca böyle bir süreç var. Sen bir kediyi kovalarsan kaçar gider ama köşeye sıkıştığında, son noktada geriye dönerek seni tırmalar. YDG-H’nin durumu da budur. Yani AKP devleti ile polisi bıktırırcasına bir yönelim içerisine girdi ve şiddeti sürdürdü. Bunun karşısında ise silahlı bir yapı şekillendi.
Mevcut durumda YDG-H bir irade olarak şekillendi ve kendisini hem bize, hem devlete, hem de topluma kabul ettirdi. Bugün YDG-H’nin toplumda ciddi bir itibarı vardır. Bu bizim ya da herhangi bir örgütün kararıyla olmamıştır. Gelişen süreç böyle bir şekillenmeyi ortaya çıkarmıştır. Sürekli şiddet ve baskıyla yönelirsen böyle olur. ‘Yarı silahlı’ olarak da tanımlayabileceğimiz YDG-H’nin içerisinde herhangi bir dağ kadrosu yoktur. Üniversite öğrencileri, esnaf, köylü ve işçi gençlikten oluşmaktadır. Bu biçimde hareketimizin yörüngesi zemininde kendini örgütleyen, özerk yapıya sahip bir örgüttür. Bizimle bağı da bu çerçevededir. Yandaş basının ve hükümet çevrelerinin sanki gerilla şehirlere gelmiş, oralarda çatışıyormuş gibi yaydığı bilgilerin gerçekle alakası yoktur.
Halkın ortasında şehirlerde eli silahlı gençlerin dolaşmasını onaylıyor musunuz?
Normal yasaların işlediği, güvenlik sorunlarının olmadığı bir ülkede gençlerin eli silahlı bir biçimde halkın arasında dolaşması onaylanacak bir şey değildir. Ama ülkemizde de görüldüğü gibi, eğer bir ülkede kanun, hukuk diye bir şey ciddiye alınmıyorsa, şiddet yöntemiyle insanlar hizaya çekilmek isteniyorsa, burada o toplumun kendini bu zulüm karşısında savunma ihtiyacı doğar. Eğer bir grup genç bu savunma ihtiyacından yola çıkarak öne atılıyor ve fedakarlık yapıyorsa, buna halk da sempati ile yaklaşıyorsa, bu, normal karşılanması gereken bir şeydir. Dikkat edelim; eğer halk benimsemeseydi, silahlı gençlerin orada bulunmasının koşulları da olmazdı. Halk niye benimsiyor? Çünkü bir ihtiyaçtır. Çünkü halk devletin zulmü ve faşizan uygulamalarından bıkmıştır. Dolayısıyla bu uygulamalar karşısında gençliğin tepkisel çıkışı ve savunma refleksi toplum tarafından da benimseniyor. Çünkü koşullar bunu dayatıyor. Mevcut durumda Türk devletinin Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana sürdürdüğü sopa siyasetinin polis eliyle zirvelendirilmesi politikası vardır. Bu politika karşısında Kürt halkı bugün polisin kendisini koruduğunu değil, güvenliğini tehdit eder hale geldiğini düşündüğü için bir savunma sistemine ihtiyaç duymuştur. Zaten gençliğin mahalleleri tuttuktan sonra şehir meclislerinin toplanıp, ‘öz yönetimimizi ilan ediyoruz; devleti reddetmiyoruz ama devletin buradaki idari sistemini reddediyoruz’ demesinin altında yatan da budur. Yani bugün o gençler sadece öyle eli silahlı şehirde dolaşmıyor, artık bir siyasal projeye dayalı bir biçimde toplumsal savunmayı geliştirmiş oluyor. Mevcut durumda Kürdistan halkının özgürlük mücadelesi bu biçimde yeni bir aşamaya gelmiş oluyor. Öz yönetimler, özünde, Türkiye toplumuna dayatılan merkeziyetçi, tekçi ve otoriter sisteme karşı bir çözüm formülüdür. Hem Kürt sorununun çözümüne bir formül, hem de Türkiye’nin demokratikleştirilmesinde temel bir çıkış biçimidir.
Tabii ki, “bu toplumsal çıkış, yani öz yönetimlerin ilanı silahlarla olmamalıydı” denilebilir. Bu doğrudur. Aslında halkın kendi öz yönetimlerini ilan etmesi toplumsal bir tezahür olarak gelişmek durumundadır. Fakat bu konuda da yine polisin aşırı bir biçimde zorlaması, kriminalize etmesi ve şiddeti dayatmasına karşılık olarak gençliğin de öne atlayarak silah kullanması suretiyle silahlı yön öne çıktı. Aslında bu, bizce de yanlış oldu. Yani bu öz yönetim ilanı çok doğru ve toplumun kendi demokratik çözüm biçimini ortaya koymasıdır; meşru bir haktır, fakat silah bu kadar öne çıkmayabilirdi. Belirttiğim gibi hem polisin dayatması ve yönelimi, hem de başlangıçta toplumun fazla öne çıkmaması ve gençliği adeta buna zorlaması nedeniyle silahlı boyut öne çıkmış oldu. Özünde ise buralarda silahlı bir kalkıştan ziyade, toplumsal bir çıkış olarak gelişmesi daha uygundu.
Yani demokratik özerkliğin toplum tarafından benimsenen, kabullenen ve savunulan bir sistem olma gerçekliği göz önünde bulundurulduğunda, şehirlerde şiddetin bu kadar öne çıkarılması bizce de gerekmeyebilirdi. Ama polisin sürekli panzerle ve zırhlı araçlarla tarayarak, hatta sonradan toplarla ve tanklarla müdahale ederek yönelmesi karşısında doğal olarak oradaki direnişçi güçler de buldukları tüm silahlarla kendilerini savunmaya geçmişlerdir. Devletin yönelimleri durursa aslında direnişçilerin kendi konumlarını toplumsal bir harekete göre düzeltmeleri gerekir. Yani devlet şiddetle yönelmezse, direnişçilerin silahlı değil toplumsal eylemselliği öne çıkarmaları gerekiyor. Asıl olan budur.
Bu gençleri KCK olarak kontrol edebildiğinizi, ‘evlerinize dönün’ dediğinizde döneceklerini düşünüyor musunuz?
Bana göre artık o eşik aşılmıştır. Yani bu saatten sonra hiç bir şey olmamış gibi gençlere, ‘evinize dönün’ demenin zamanı geçti. Çünkü bir pratik süreç yaşandı. Ortada bir savaş durumu var, yine ilan edilen öz yönetimler var. Normalleşme ancak bir uzlaşma temelinde mümkün olabilir. Eğer bir uzlaşma projesi olursa, o zaman KCK bu projeye dayalı olarak gençlere çağrı yapabilir, ‘şöyle şöyle hareket etmeniz lazım’ diyebilir. Ama herhangi bir proje olmadan, bir uzlaşma durumu olmadan, polisin kendilerine yönelmeyeceği garantisi verilmeden hiç kimse gençlere, ‘evinize dönün’ deme hakkına sahip değildir. Bir de bu direniş artık siyasal-toplumsal bir formasyona kavuşmuş oldu. Gelişen bu direniş, Kürt Özgürlük Mücadelesi’nde çok tarihi bir evreye dönüştü. Bunun da görülmesi gerekiyor. Yani artık sıradanlığı aşmıştır. Kürt halkı toplumsal düzeyde öz savunmasını geliştirerek kendi kendini yönetme tarzını açığa çıkardı. Bu yeni bir durumdur. Biz bunun Kürt halkının özgürlük mücadelesi ve Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesinde çok önemli ve tarihi bir evre haline geldiğini düşünüyoruz.
Esas olarak önemli bir toplumsal çıkıştır. Siz bakmayın biraz silah öne çıkarıldı -ki belirttiğim gibi bu bizce de bir yetersizlikti- ama çok önemli bir toplumsal çıkış da gerçekleştirildi. Yani bugün Cizre’nin, Gever’in, Sur’un, Silvan’ın göstermiş olduğu mevcut toplumsal duruş, tarihin tanıdığı en saygın duruşlardan birisidir. Zulme karşı kendini savunma ve kendi kendini yönetme tarzıdır. Bu yeni bir durumdur. Bir kere her şeyden önce herkesin bu yeni durumu görmesi gerekmektedir. Biz de bunu görmeye, doğru yorumlamaya ve ona göre davranış geliştirmeye çaba gösteriyoruz.
Kürdistan’da gelişen toplumsal hareketin 1990’larda Cizre ve Nusaybin’de başlayan ve bugün ulaşılan düzeyini doğru tahlil eden bir yaklaşıma ihtiyaç vardır. Burada Kürt halkı, ‘irademi hiçe sayamazsın, ayaklar altına alamazsın, gençlerimi çocuklarımı bu biçimde öldüremezsin’ demektedir; artık zulüm siyasetini kabul etmeyeceğini haykırmaktadır. Karşıda en son Cizre direnişinde de görüldüğü gibi bu halkı ve toplumu düşman gören bir zihniyet vardır. Polisin o anonslarını burada ifade etmeme gerek yok herhalde. Ayrıca metropollerde Kürt halkına karşı yapılan saldırılar, topluma aşılanan Kürt düşmanlığının artan dozajı belli bir zihniyete dayanmaktadır. Belli bazı basın çevrelerinin bunu pohpohlaması temelinde Kürt toplumunu her bakımdan linç ederek gözünü korkutma ve teslim alma konsepti uygulanmak istenmektedir. Halkımızın ve demokrasi güçlerinin teslim olmayacağı ve sonuna kadar direneceği açıktır. Şimdi buna karşı Kürdistan’da halkın yeni bir mücadele tarzı ve çözüm formülü gündemleşmektedir. Devletin geliştirmediği çözümü halk Cizre’de, Silvan’da, Gever’de, Amed’de, Nusaybin’de, Silopi’de kendisi geliştirmektedir. Bence herkesin bu yeni durumu doğru okuması ve ona göre bir çözüm formülünün geliştirilmesi daha doğru olacaktır. En önemli konu mevcut durumda budur. Yoksa eski söylemlerle, çok bildik yaklaşımlarla bu yeni sürece yaklaşmak kesinlikle çözüm getirmez. Çünkü süreç bambaşka bir hal aldı ve yeni bir toplumsal direniş süreci şekillendi.
Devletin Öcalan ile şu anda görüştüğü ve Öcalan’ın, “çatışmayı durdurun desem de durmazlar; o nedenle konuşmamın anlamı yok; önderliğimi sorgulatmam” dediği iddia ediliyor. Öcalan ‘çatışmayı durdurun’ dese PKK nasıl bir tavır izler?
Bu konuda bize yansıyan herhangi bir bilgi yoktur. Çünkü bu saldırganlık ve savaş esas olarak İmralı üzerinde uygulanan tecrit ile başladı. Şu anda Başkan Apo’ya dönük bir tecrit ve psikolojik savaş durumu vardır. O devlet yetkililerinin hangi yüzle gidip tecrit altına aldıkları bir halkın önderine ‘gel, şu açıklamayı yap’ diyebildiklerini anlayamıyorum. Erdoğan’da polisiye mantık değil de, insanın iradesine, kendi dışındaki toplumlara ve inançlara saygı olsaydı, bu kadar görüşme ardından Başkan Apo’ya dönük bu insanlık dışı tecridi uygulatmazdı. Fakat Kürtler için sadece köleleşmeyi reva gören egemenlikçi ve sömürgeci zihniyete sahip insanlardan her şeyi beklemek gerekir.
Eğer Önderliğimiz sizin belirttiğiniz gibi konuşmuş ve cevap vermişse, doğru olanı yapmıştır. Çünkü mevcut koşullarda Önder Apo’nun çıkıp da, ‘direniş sürecini durdurun’ demesinin koşulları yoktur ve zorlayıcı olacağı açıktır. Önderliğimiz 1993 yılından beri Kürt sorununun demokratik çözümü için çok çabalar sergiledi. Özellikle son iki buçuk yılda çok yoğun bir emek verdi. Ama Erdoğan hepsini yerle bir etti. Yani sadece masayı devirmekle kalmadı, ‘Kürt sorunu yoktur, mutabakat yoktur’ dedi ve her şeyi inkar etti. Dolayısıyla bir çıkış yapmanın zeminini bırakmadı. Buna rağmen Önderliğimize dayatmada bulundukları ve Önderliğimizin de buna karşı direndiği açıkça görülmektedir.
Bu konuda diğer bir husus ise, Önder Apo, ancak bir proje üzerinde mutabakat olursa çağrı yapabilir. Yoksa o bir önderlik; iki de bir kalkıp kendi konumunu tartışmaya açacak pozisyona tabii ki girmez. 2013 yılında yapmış olduğu çağrıyı da sunmuş olduğu projenin devlet cenahında kabul edilmesi ve mutabakatın sağlanması temelinde yaptı. Sonra devlet caydı, kabul ettiğini yapmadı ve en son da her şeyi inkar etti. Yani bu konuda AKP’nin yaptığı tahribat gerçekten çok büyük. Verilen emeklerin hepsini hiçe saydı. Bunların hepsini tabii ki oy ve kendi iktidar hesabıyla yapıyor. Her şeye sadece ve sadece kendi iktidar penceresinden baktığı için Türkiye toplumu açısından tarihi önemde olan bir konuyu bu biçimde ayağını vurarak yerle bir edebiliyor. Sorumsuz bir yaklaşımdır. Şimdi bu sorumsuzca ve çıkarcı yaklaşımla sorunlar nasıl çözüme gidebilir!
Şimdi bu konuda bir çok değerli insan ve çevre ateşkes için çağrı yapıyor. En son HDP Eşbaşkanlığı’nın ve temsilcilerinin daha çarpıcı çağrıları gelişti. Biz bunların hepsini çok değerli buluyor ve özüne de katılıyoruz. Hatta bazı kesimler tek taraflı olarak bizim ateşkes yapabileceğimizi de düşünmekte ve kendi söylemlerinde ifade etmektedirler. Ama bu değerli dostlar ve çağrıcılar, bir an için kendilerini bizim yerimize koyarak yaklaşmalıdırlar. Karşımızdakiler her gün çeşitli vesilelerle televizyonlara çıkıp, ‘son terörist silahı bırakana kadar operasyonlar artarak devam edecek’ demektedirler. Son derece sert, savaşçı bir tutum ve yoğun bir saldırı durumu söz konusudur. Biz bu saldırılara karşı misilleme hakkımızı kullanmaktayız. Yürüttüğümüz, savunma direnişidir. Bir güç, diğer bir gücü yok etmek üzere azgınca saldırıya geçmişse, öbür gücün kendini savunmaması onun yok olmasına yol açar. Var olmak ve yaşamak için kendini savunmak bir gerekliliktir. Aksi teslimiyet olur ki, bu da hem insanlık onuru, hem de özgürlük davasıyla bağdaştırılamaz bir şeydir. Ancak bu gerçeklikten yaklaştığımızda ateşkes olabilir. Kandil yapılan tüm çağrıları duymaktadır ama ateşkesin olabilmesi için çift taraflı bir tutumun gelişmesi gerekiyor. Tek taraflı ateşkeslerle sonucun alınamayacağını geçmiş pratik bize göstermiştir.
Savaşı durdurmak isteyen bütün kesimler şunu görmeli: Bu savaşı Erdoğan başlattı. Doğru; devlet içindeki bir takım inkarcı-imhacı eğilim taşıyan kesimler de ittifak halinde bu sürece dahil oldu ama Erdoğan esas olarak 400 milletvekili için bu savaşı yürütüyor. Normal koşullarda bu sonuca ulaşamayacağını görünce savaşla tüm dengeleri alt-üst ederek 1 Kasım seçimlerini kazanmak istiyor. Bu yüzden savaşı sürdürmek isteyen bir taraf var. İktidar olan bu tarafın tutumunun değişmesinde ısrar etmek gerekiyor. Yani ‘sen savaşla sonuç alamazsın’ tutumunu görürlerse, bundan vazgeçmeleri mümkün olabilir. Dolayısıyla Türkiye toplumun ve barış ile demokrasiden yana olan değişik çevreler seslerini daha fazla yükselterek ve de AKP’nin bu saldırganlığına daha fazla tepki göstererek onu bundan vazgeçirebilirler. Çünkü bu saldırılar durmadan, bizim tek taraflı bir biçimde savunma pozisyonumuzu zayıflatmamız, büyük darbe yememize yol açabilir ve bu durum sadece bize değil tüm demokrasi güçleri için kaldırılamaz sonuçlara yol açabilir.
AKP SAVAŞI ÖNDERLİK ÜZERİNDEKİ TECRİTLE BAŞLATTI
Şu anda AKP tüm Kürt halkını hedefleyen ve teslim almak isteyen bir konsepti yönetmek istemektedir. Bunu da öncelikle Önderlik üzerindeki tecritle başlatmıştır. Şimdi Önderliğimize karşı geliştirilen bu tecridin hangi yasal dayanağı vardır? Açık ki kendi normal yasalarını bile çiğneyerek savaş hukukunu esas almaktadır. Öncelikle AKP’nin bu politikasına karşı mücadele etmek ve bu savaşçı tutumunu eleştirerek ve buradan hareket ederek yeni bir ateşkes zemini oluşturulabilir. Bu da ancak gözlemci aracıların da bulunduğu, tahkim edilmiş çift taraflı ateşkesle yeni bir sürecin başlatılması biçiminde olabilir.
Bir de biz artık hareket olarak tek başımıza değiliz. Mesela önceden biz, ‘gerilla eylemleri dursun’ diye çağrı yapabiliyorduk, talimat da veriyorduk. Gerilla talimatla durur ama bugün direnen, çatışmanın tarafı olan sadece gerilla değildir. YDG-H gerçeği vardır; toplum gerçeği vardır. Artık biz bu konuda adım atarken Cizre, Gever, Amed halkından habersiz bir şey yapamayız. Orada direnen insanlar hayatını ortaya koymuşlardır. Bu konuda karşı taraftan saldırı olmayacağına dair bir sinyal olmadan, yani bir uzlaşma projesi olmadan bizim tek taraflı adım atmamızın koşulları aşılmıştır. Bazı dostlar, ‘PKK geçmişte nasıl tek taraflı ateşkes yaptıysa, şimdi de yapabilir’ diyorlar. Evet; geçmişte tek taraflı yapabiliyorduk. Çünkü o dönemler sadece HPG ve ordu karşı karşıyaydı. Şimdi öyle değil. Şimdi direniş toplumsallaşmıştır. Dolayısıyla işin karmaşıklaştığı açık ortadadır. Ama bu konuda durumun ciddiyetinin görülmesi temelinde yaklaşım olursa yukarıda da belirttiğimiz gibi bir çözüm formülü bulunabilir.
AKP’NİN KARARI 1 KASIM’A KADAR SAVAŞI SÜRDÜRMEKTİR
Evet biz de biliyoruz; bu savaş böyle sürerse seçimler olmaz. AKP de bunu biliyor. AKP sürekli anket yapıyor. Eğer seçimlerde sonuç alamayacağını tespit ederse, bu çatışma konumunu seçimleri erteletmeye gerekçe yapabilir. Bu, gündemdeki bir husustur. Bunun için savaşı sürdürmek isteyecektir. Aynı biçimde bu savaş koşullarının sonuç almakta olduğunu görse yine sürdürür. Yani AKP’nin kararı 1 Kasım’a kadar savaşı sürdürmektir. Biz durdursak bile o durdurmaz. Durum bu aslında. Dolayısıyla hem uluslararası hem de ulusal çevreler ve de STK’ler, AKP’nin bu savaşla oy alma zihniyetine karşı tavır geliştirirse belki bundan vazgeçer. Yoksa 1 Kasım’dan önce vazgeçmesinin olanakları pek gözükmüyor.
Bu savaş tamamen bu eksende geliştirilen bir savaştır. Diğer hususlar aslında onun üzerinin örtülmesine dönük şeylerdir. Yani her gün havuz medyası denilen AKP medyasının abartılı haberler yapması, yine toplumu hedef gösteren, tahrik eden manşetler atmasının nedeni budur. Tümüyle yalana dayalı manşetler atmaktadırlar. Mesela Cizre’ye dağdan 280 kişinin gittiğini, kadrolarla doldurulduğunu hep işlediler. Peki Cizre’de çatışma oldu, 21 sivil insan şehit düştü. Bunların hangisi gerilladır! İçlerinde gerilla var mıdır? Yok. Ondan sonra AKP’nin İçişleri Bakanı Cizre’de sokağa çıkma yasağı sürdüğü süreçte kalkıp “32 teröristi öldürdük” dedi. Peki bunların cenazesi nerede? Bunların hepsi yalan. Şişirmedir hepsi. Cizre’de öyle gerilla falan yok; Cizre gençliği vardır, Cizre halkı vardır. Silopi’de bir evi kuşattılar, akşamdan sabaha kadar vurdular, yerle bir ettiler, sonuçta “3 PKK’li öldürdük” dediler. Sonra görüldü ki, 2’si her gün herkesin sokakta gördüğü, oranın yerlisi gençlerdir. Üçüncüsü ise Gaziantep Üniversitesi Edebiyat Bölümü’nde okuyan Eruhlu bir öğrencidir. Yani o gençleri kuşatmış, yok ediyor; ardından da, ”PKK’lidir” diyor. Herkesi vuruyor; kadını vuruyor diyor, “PKK’lidir”; 75 yaşındaki insanı öldürüyor diyor, “PKK’lidir”; 35 günlük bebeği vuruyor, ona da “PKK’lidir” diyor. Bunun altyapısını da daha çok havuz medyası oluşturuyor. Bugün eğer Türkiye’nin çeşitli yerlerinde HDP’ye ve Kürtlere karşı bazı grupların organizeli saldırganlığı gelişiyorsa, yine bu havuz medyasının oluşturduğu psikolojik ortama dayanarak geliştirilmektedir. Kısaca tamamen yalana dayalı, hedef gösterme ve yoğun bir savaşı yürüttüğünü yansıtma ile oy almak istemektedirler.
YALAN ÜRETİYORLAR, DEZENFORMASYON GELİŞTİRİYORLAR
Erdoğan televizyona çıkıp, “2 bin kişiyi öldürdük” demektedir. Bütünüyle yalandır. Yani ne havadan ne de karadan yaptıkları saldırılar şimdiye kadar bize ağır kayıplar verdirmiş değildir. Doğrudur; yapılan bu saldırılarda kayıplarımız yaşanmış, çok değerli yoldaşlarımız şehit düşmüştür ama saldırıların boyutu göz önüne alındığında, bu kayıplar devede kulak kalır. Ancak bir gazeteleri manşet atıyor, “PKK’lilerin 3 de 2’si artık yok” diyor. Bu manşetler topluma en büyük saygısızlığın örneğidir. Söylemek istemiyorum ama burada toplumu aptal yerine koyma vardır. Hiç bir şey yokken bu kadar yalan üretiyorlar ve dezenformasyon geliştiriyorlar. Bütün bunlar, savaşı 1 Kasım’a kadar sürdürmenin alt yapısını oluşturmaya dönük çabalardır.
Bu yüzden barış masasına dönme çağrısı değerli bir çağrıdır, saygındır; fakat bu, AKP’nin fütursuzca Önderliğimiz, halkımız ve güçlerimize dönük sürdürdüğü saldırılarını durdurmak suretiyle mümkün olabilecek bir şeydir. Bunlar göz önünde bulundurularak çabalar yoğunlaştırılırsa belki sonuç alıcı olabilir.
2013 Newrozu’nun ardından Kürt siyasi hareketinin önemli aktörleri, “biz bu terörist damgasından kurtulmak istiyoruz” demişti. Eğer hala aynı fikirde iseniz çatışmalı ortamı niçin sürdürüyorsunuz?
Bizim mücadelemiz haklı, meşru bir mücadeledir. Siyasal-demokratik yöntemlerle mücadele ortamı tümüyle ortadan kaldırıldığı için silahlı yönteme de başvurmak zorunda kalmış durumdayız. Bu haklı ve meşru mücadelemizde, “hiçbir zaman terörist damgasından kurtulmak istiyoruz” gibi bir söylemimiz olmamıştır. Bu konuda bir yanlış anlaşılma olabileceğini düşünüyorum. Herhangi bir Kürt siyasetçi de böyle dememeli bence. Çünkü Kürt halkının yürüttüğü mücadele, devlet terörüne karşı kendini savunma mücadelesidir. Yok edici yönelimler karşısında bir savunma savaşı yürütülmek durumunda kalınmıştır. Meşru müdafaa hakkı, uluslararası yasalarca da bir yaşam hakkı olarak kabul edilmiştir. Yaşam hakkı ise kutsaldır. Dolayısıyla biz şimdi de aynı şeyi düşünüyoruz. Kendimizi savunma hakkımız vardır; halkımızın bugün ilan ettiği öz yönetimleri savunma hakkı vardır; egemen-sömürgeci devletin saldırıları karşısında güçlerimizin misilleme hakkı da vardır. Bizim yaklaşımımız böyledir ama biz bu sorunun birbirini yok etmekle ve silah kullanmakla değil, masa başında diyalogla da çözülmesi gerektiğini düşünüyoruz ve öncelikli tercihimiz olarak bunu koyuyoruz. Herkesin bir terör tanımı vardır. Eğer terörle kastedilen, kullanılan şiddet ise, öncelikle Kürdistan’da devlet şiddeti vardır ve bu devlet terörü biçiminde uygulanan bir şiddettir. Şimdi Cizre’de öldürülen 21 kişi hangi şiddetle öldürülmüştür! Açık ki burada bir devlet terörü vardır.
Burada şunu da söyleyeyim: Basına daha çok sağ eğilimli 13 STK’nin “Teröre Hayır, Kardeşliğe Evet Yürüyüşü” yapacağı yansıdı. Şimdi burada kastedilen terör hangi terördür? Açık ki burada devlet teröründen bahsedilmiyor. Kürt halkının özgürlük mücadelesi ve Kürt halkı hedeflenerek sözüm ona kardeşlik savunuluyor. Kürt halkının 90 yıldır söylenen bu tür yalanlara karnı toktur. Bu tür tek taraflı, terör adı altında Kürt halkını hedefleyen pratiklerin sorunun çözümüne değil, çözümsüzlüğe hizmet edeceği açıktır.
Çözüm sürecini AKP’nin ve Erdoğan’ın bitirdiğini söylüyorsunuz. Bunun ardında bir seçim stratejisi olduğunu belirtiyorsunuz. Eğer böyle düşünüyorsanız, şiddeti tırmandırarak bu stratejiye en büyük katkıyı siz yapmış olmuyor musunuz?
Aslında daha önce de kısmen cevaplamış olduk: Doğrudur; biz AKP’nin ve Erdoğan’ın süreci bitirdiğini ve seçim stratejisi çerçevesinde de bu savaşı başlattığını biliyoruz. Bu kesinlikle böyledir. AKP’nin saldırılarına karşı cevap verme bizim için hayati bir meseledir. Yani biz darbe yememek için misilleme yapmak durumundayız. O her uçak kaldırıp bizim alanlarımıza saldırı yaptığında, biz farklı gerilla yöntemleriyle onun misillemesini yapmak durumundayız. Yine şehirlerde gerçekleştirdikleri her sivil katliamına karşı biz de güvenlik kuvvetlerine dönük misilleme yapmak durumundayız. Böyle yapmazsak saldırıları daha fazla gelişir ve bizi zorlar noktaya gelir. Hatta biz bunu yaparken, saldırıya geçmeyen, sürece aktif girmeyen başta ordu olmak üzere değişik güçlere de yönelme gibi bir durumumuzun olmayacağını belirtiyoruz.
Kısaca bizim yürüttüğümüz, kendimizi savunmadır. Şiddeti biz değil, AKP tırmandırıyor. Bu savunma temelinde verdiğimiz cevabın AKP’nin stratejisine en büyük katkıyı yaptığını da düşünmüyorum. Burası tartışmalı bir husustur. Örneğin onlar kontrollü bir savaşı geliştirerek ve Erdoğan’ın da dediği gibi bizi binlerle tasfiye ederek stratejilerinin gereklerini tamamlamak istiyorlar. Ama bizim kendimizi korumamız, darbe yemeden onları boşa çıkarmamız, kendi demokratik sistemimizi geliştirmemiz onların hesabını tümüyle boşa çıkarabilir. Bu yüzden, ‘mevcut yürütülen sürecin AKP’nin stratejisine hizmet ettiği’ tespiti tartışmalı bir tespittir. O bizi öldürerek oy almak istemektedir ama bizim kendimizi savunmamız ve daha da güçlenerek çıkmamız Saray’ın hesaplarını tümüyle boşa çıkaracaktır. Eğer böyle olursa evdeki hesapları çarşıdakine uymayacak, onlar kaybedecek, Kürdistan Özgürlük Mücadelesi ve Türkiye demokrasi güçleri kazanacaktır.
Sonuç olarak şunu da belirtmek istiyorum: Özellikle değerli insanların ve bir çok barışçıl-demokratik çevre ve şahsiyetin çabalarına ve düşüncelerine değer veriyoruz. ‘Bu yönlü arayışların ve eleştirilerin olması gereklidir’ diye düşünüyoruz. Çünkü son tahlilde biz Türkiye halkıyla birlikte yaşama tercihi olarak çözümde ısrarlıyız. Bunun yolu da Türkiye’nin demokratikleştirilmesinden, Demokratik Özerkliğin Kürdistan’da ve Türkiye’de geliştirilmesinden geçmektedir. Bu tercihimiz önemli bir tercihtir. Türkiye yetkilileri özünde bu tercihimizi takdir etmeliydiler. Çünkü bizim başka seçeneklerimiz de vardır ama dikkat edin şimdi onları hiç tartışmıyoruz. Çünkü öncelikli gündemimiz değildir. Fakat bütün barışçıl ve çözümcül yaklaşımlarımıza rağmen tek düze bir biçimde, ‘ya köle olacaksınız ve bunun için teslim olacaksınız; ya da sizi öldüreceğim’ derlerse o zaman biz de başımızın çaresine bakmaya yönelmek durumunda kalırız. Bu açıdan şu an gelişen savaş süreci ve buna yaklaşım biçimi çok çok önemlidir. Bu çerçevede, çözüme dönük verilen her emeğe saygı duyduğumuzu ve değer biçtiğimizi bir kez daha belirtiyor, bu temelde selam ve saygılarımı iletiyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder